top of page

(12. Gün) Baska bir Münih

Almanya benim için uzun süre Berlin'den oluştu. Berlin'i o kadar sevmedim ki bir daha gitmeyi uzun süre istemedim. Hoşlanmamamın pek çok sebebi olmuştur, ama şimdi geriye dönüp düşününce en büyük sebebi "şehir" oluşu sanırım. Çok hızlı, çok renkli, çok kalabalık, çok sesli... Her ne kadar sakinliği sevmemi yaşıma bağlasam da sanırım içten gelen bir şey. O yüzden anlayabiliyorum Berlinciler ve Münihçiler ayırımını. Münih'i gördükten sonra kesinlikle bir Münih hayranı olduğumu söyleyebilirim.

Döndüğümüzde eşyaları otele bıraktık sonra da arabayı teslim etmeye götürdük. Yıllar önce bir kazaya karışıp delice para ödemiş biri olarak en büyük kabusum o arabayı teslim etmek... Tabi bir de her seferinde teslim edeceğimiz yeri bulmak, saati kaçırmak ya da uçağa geç kalmak korkularım var ki onlar da çerez... Adam Alman bir kere! Arabayı nasıl kontrol ettiğini düşünsenize! Neyse ki jant kapağındaki çizik dışında ki hangi çizik diye çığlık attığımda onun da çamur olduğunu anladık, hiç bir şey çıkmadı. Alnımızın akıyla verdik arabamızı geri.

Oteldeki odamız bu sefer arka tarafa bakıyordu. Normal şartlarda çok sevimsiz bir yere bakıyordu, ama bir önceki deneyimimizde ön tarafa bakan odanın götürülerinin getirilerinden fazla olduğunu fark etmiştik. Hem dağ tepe, çayır çimen dolaşmış bize koyar mıydı böyle şeyler?

Hava belki 1-2 derece soğumuştur; dediğim 36'ya kadar düşmüş olabilir. Bari dedik gerçekten İngiliz Bahçesi'ne gidelim. Bir önceki geldiğimizde Pazar günü olduğu için şehirde pek çok yer kapalıydı, gerçi bizim de pek halimiz yoktu.

Gittiğimiz küçük büyük her şehirde yerel pazarlara gideriz ve mümkünse alışveriş yaparız. O yüzden Viktualienmarkt'ı görmek çok önemliydi. İyi ki gitmişiz dediğim yerlerden biri burası. Belki şu ana kadar gördüğüm en güzel pazar olabilir. Mevsim dolayısıyla çeşit de o kadar çoktu ki ya her şeyi alacaktık ya hiç bir şey...

Trüf yağı ve trüf ezmesiyle kurtardık neyse ki... Ama bir pastacı olarak hayatımda ilk defa gördüğüm ve bilmemekten çok utandığım bir meyveyle karşılaştım: white currant. Currant aslında bizim kurusunu bildiğimiz kuş üzümü. Kırmızısı da her türlü pahalı tatlının üzerinde gördüğümüz frenk üzümü. Ama beyazı çok acayipti... Bu fotoğraf benim değil, aklıma gelmedi fotoğraf çekmek ama bunlarla tıka basa dolu tezgahlar düşünün... İnsan nasıl kaçırmaz aklını:

Photo credit: http://tcpermaculture.com/

Bir pazardan daha alnımızın akıyla çıkıp İngiliz Bahçesi'ne doğru gittik. Size burayı anlatabilmemin imkanı yok. Kilometrelerce akan su, suni dalgalarda sörf yapanlar, bikiniyle etrafta dolaşanlar, çimlere yatanlar...

Çimlere uzandık, Mustafa uykuya daldı, ama benim uyuyabilmem mümkün değil. Altımıza serecek bir şey getirmediğimiz için ot püsür, karınca mıydı örümcek mi derken 45 dakikayı tamamladım ve zavallı Mustafa'yı zorla uyandırıp yemek yemeye götürdüm: Biergarten am Chinesischen Turm gayet güzel yedik içtik bunda hiç bir sorun yok. Asıl sinir bozucu nokta şurada başlıyor: ben hayatımda bu kadar organize bir yer görmedim. Her yemek standı ve içecek standı ayrı, ama yanyana, çıkarken kasaya ödeyim çıkıyorsunuz yemek alanında. Defalarca girip farklı şeyler aldık, 1 dakika sürmemiştir en uzun bakleyişimiz kasada. Devasa bir alanda boş masa olmayan bir yerden bahsediyoruz, yaklaşık 2000 kişi aynı anda yemek yiyor, ancak kimse sıra beklemiyor. Hayatım müzik festivallerinden yemek festivallerine onlarca yerde geçti. İlki H2000 sonuncusu 101 Lezzet Festivali olmak üzere sayısız mekanda, sayısız şirket tarafından düzenlenen, sayısız festival gördüm (Türkiye ve İtalya'da). Tuvalet sırası görmeyip çok şaşırdığım oldu ama yemek sırası görmediğim hiç olmamıştı. Yiğidi öldür, hakkını yeme tam da böyle bir şey sanırım.

Karnımız doyduktan sonra romantizm değerlerimiz de düştü. Dışardan bakınca sadece medeni insanlar olmaları ve kimsenin kimseyi rahatsız etmemesi dışında şu açıdan bakınca Yeşilköy sahilinden çok da farklı gözükmemeye başladı gözüme:

Hastalık kapacağımıza karar verip toplanıp gittik. Akşam son bir defa otelin dibindeki Augustiner-Keller'e gittik. Zorla masa bulduk. On numara bir garson bütün o deliliğin içinde bizimle ilgilendi ben ne olduğundan emin olmadığım, ama içinde kesin şarap olan her şeyi denedim. Uzun süre geri dönmeyeceğimizi bilerek göbeğimize her şeyi depoladık ve ertesi sabah günlerdir görmediğim kedilerimi görmek üzere yattık.

BONUS: Benimkilerden biri değil ama terasta doğup sokağa inmeyi reddeden, onun için teraslarımızda beslemek zorunda kaldığımız poncikten olsun:

takıp edın 

  • Instagram Clean
  • w-facebook

baska ne var 

bottom of page