(2. Gün) Chiemsee ve Salzburg: Kimya Meselesi
Sabah 7'de uyandık, isteyerek değil; tamamen sıcaktan. Otelde kendimizi memlekette gibi hissetme riskini alamayıp kendimizi Münih'in daha öğle sıcaklığıyla tanışmamış sokaklarına attık. Arabayı tren istasyonundan alacağımız için çok uzaklaşmadan, sonradan zincir olduğunu fark ettiğimiz Coffee Fellows'da gayet kabul edilebilir bir bagel ve kafam kadar bir kahve içtik. Aynısından tren istasyonunun içinde de var ve bizim aldıklarımız arasında en iyi sandviç buydu. Tam istasyonun karşısındaki süpermarkete girip Mustafa'nın beyaz cildini Venedik güneşinden korumak için (ama yanılmışız) 50+ çocuk güneş kremi aldık, zaman geçirmek için de biraz daha dolandık. İşte beni en çok kalbimden vuran bu oldu:
200g frenk üzümü nasıl 2€ olabilir? Neden 2€'dur? Bizim suçumuz ne? gibi sorular, sorular... Ama sonuçta benim berrylerin karşısında ağlak gözlerle geçirdiğim 5 dakika , Mustafa'nın bira reyonunun karşısında geçirdiği 10 dakika bizi kaçınılmaz sondan koruyamadı. Saat hepi topu 10.15 olmuştu. Arabayı aldığımız saatin önemi şurdaydı: arabayı 10 günlüğüne kiralamıştık yani 12.00'de alırsak 11.59'da geri getirmemiz gereiyordu yoksa boş yere 1 günlük ekstra para verecektik. Ama arabayı götüreceğimiz sabah başka bir şehirden gelecektik, geç kalma riskimiz yüksekti (hayat başak burçlarına çok zor biliyorusunuz değil mi?). Artık yapacak başka bir şeyimiz olmadığı için arabamızı almaya gittik ve işte karşınızda apaçi arabamız: Renault Clio Turbo, yanında pembe şeritleri ve karartılmış camlarıyla gerçek bir Almancı gibi hissetmek için... Gerçi siyah camların ne büyük bir nimet olduğunu böyle bir yolda anlamadık değil.
Emektar navigasyonumuz Özgür'ü (gerçi artık biraz yaşlandı, gözü tam görmüyor bizi tarlalardan geçirmeye çalışıyor) koyduk önümüze. Arnavutköy'de yan komşumuz Münihli, Salzburg'a giderken mutlaka Chiemsee Gölü'nde öğle yemeği yiyin dedi, biz de Özgür'e gideceğimiz yeri ve otoyollardan kaçınmasını söyledik.
Uzun yollardan sonra, hava girsin diye rüzgar çarpmasına uğramış şekilde ulaştık gölümüze. Pazartesi günü saat 14.30. Otopark yok, etraf kalabalık; bulduk kendimize bir yer gittik göl kenarına. Yüzmekten gelenler, yemeğe gideneler, ayakları suda cıpcıp serinleyenler (bu biz oluyoruz), havlularını sermiş güneşlenenler...
Sanki hiç kimsenin işi yokmuşçasına, etrafta hiç turist yok, kimse ingilizce konuşamıyor, o zaman bu kadar Alman'ın işi gücü yok mu? Hepsi mi emekli? Biraz sinir olduk her zamanki gibi... Sonra tatil boyunca en çok planlayıp hiç yapmadığımız cümlenin ilki geldi: "Hadi suya girelim." Sonra gidip üzerimizi değiştirip geri gelmeye çok üşendik, bu derdimizin üstesinden ancak yemekle gelebileceğimize karar verdik ve dışarıdan sevimli gözüken bir yere oturduk. O da burada. Ama tamamen hakkını yememeliyim, bu bavyera kreması iyiydi.
Avusturya otoyollarını kullanabilmek için vignette kullanmak gerekiyor. Biz tekrar gireceğimiz için ülkeye 10 günlük aldık. 8,70€ tuttu. Zaten daha azını alabilmek mümkün değil. Cama yapıştırdığınız etiket sayesinde otoyollarda gidebiliyorsunuz, ama yine de bazı yollar için ekstra ücret talep ediliyor. En büyük mesela ki bu bilgiyi internetten bulamamıştım: Nereden alınacağı! Onun da cevabı tahminimden daha kolaymış, herhangi bir benzinciden dedi Avis görevlisi. Bu kadar zannediyorsunuz değil mi? Hayır tabii ki. Öyle her benzincide bulunmuyor, sınıra yakın otoyol kenarında benzinci bulmalı, onunla almanca anlaşmalı, size tam olarak nereye yapıştıracağınızı göstermeli... Kiralık arabaya yapıştırsam problem olur mu sorusunun cevabını da ben kendi adıma aldım. Olmuyor, arabayı teslim ederken rahatça çıkıyor. Biz benzincide yapıştırmadık, dolayısıyla ben ay sınırı geçtik mi, ay ceza, ay çek sağa yapıştıralım diye panik yaparken ve Mustafa'yı darlarken (her zamanki gibi) gereksiz panik yaptığımı gördük, çünkü zaten vignette kullanımlı yollara gireceğiniz sağda koca koca tabelalarla öncesinden gösteriliyor. Her şey yoluna girdikten sonra ben susup araba kullanmaya Mustafa'da fotoğraf çekmeye devam etti.
Sonunda Salzburg'un biraz dışında kalacağımız eve ulaştık. Arabanın problem olacağı şehirlerden biri olduğu için otoparkı olan ama şehir merkezinden uzak olan bir yer tercih ettim. Yerleştik ve her zamanki gibi akşam yemeği rezervasyonuna doğru koşarak yola çıktık. Kaldığımız evin sahibi (ki karı koca çok hoş insanlardı) 25-30 dakikada yürüyebileceğimizi, kendinin her zaman yürüdüğünü söyledi; ama akşam üzeri bile olsa 34 derecede, aç bir Mustafa Otar'la 30 dakika yürümektense... Aslında her plan bundan daha iyi... Neyse koşa koşa yine şehir merkezinin dışında, ama tam ters tarafta olan ve tekrar ediyorum REZERVASYONUM olan Restaurant Herzstuck'a gittik. Veeeee kapalı... Çünkü pazartesi günleri çalışmıyormuş. Tabii ki ortada benim de hatam var, hiç bakmadım kapalı oldukları gün var mı diye, ama insan rezervasyon onayı alınca aklına gelmiyor bakmak tabi...
Kötü bir başlangıç yaptık anlayacağınız Salzburg'la... Nehir kenarından eski şehre doğru yürüdük yiyecek bir şeyler bulabilmek için. Yürürken hayatımda daha önce benzerini görmediğim bir şey gördüm. Çok aradım internette başka biri fotoğrafını çekmiş midir diye ama ne münasebet; değil fotoğraf sanki öyle bir şey yokmuşçasına izi bile yoktu... Belki doğru kelimelerle yapmamışımdır aramamı...
Uzaktan gelirken bir köprünün altında iki kişi yukarıdaki bir kişiye bir şey uzatıyordu. Buraya kadar gayet normal, özellikle Münih'te onlarca evsiz gördükten sonra hiç yadırganacak bir durum yoktu. Yaklaştıkça giyim kuşamlarından evsiz değil çingene (çingene kelimesini hiç aşağılayıcı bulmadığım gibi çok da severim, o yüzden Roman demeyeceğim) olduklarını fark ettik (Yoksa fotoğraf çekmeye cesaret edebilirdim zaten). Bir köprü altı düşünün ki yapımında kullanılmış metaller bölmeli raf gibi olmuş ve bütün bölümlerde insanlar yatıyor, eşyaları var, minik odacıklar haline gelmiş, rengarenk ve karmakarışık.
Bir kaç pis bakışın altından sanki hiç bir şey olmamış, böyle bir şeye tanıklık etmemişiz gibi devam edip turistik fotoğraflarımızı çekmeye devam ettik.
Salzburg, güzel bir şehir... Hiç lafım yok. Ama işte olmayınca olmuyor, kimyamız tutmadı. Bayıla bayıla anlatacağım hikayeler biriktiremedim orada, hatta ne yediğimi bile hatırlamıyorum. Belki İtalya'yı o kadar özlemiştim ki yol bir an önce bitsin de kavuşalım diye beklediğimdendir...