(3. Gün) Pragraten: Pastoral Bir Yalnızlık
Şehir dışındaki B&B'lerin en çok sevdiğim yanı: kahvaltı... Sabahları erkenden uyanıp "Kahvaltı Zamanı!" diye çığlık atıp tekrar uyuduğum doğrudur. Kendilerine hazırlar gibi hazırladıkları, ne yiyorlarsa onu yedikleri, kendinizi misafirliğe brunch'a gitmiş gibi hissettiğiniz muhteşem masalar...
Salzburg'dan hiç kimsenin ama gerçekten hiç kimsenin adını duymadığı Pragraten'e doğru yola çıktık. Vardığımızda neden kimsenin adını bilmediğini de anlamş olduk, çünkü köy yolun sonunda bir dağ eteğindeydi. Tüm yol boyu bisikletliler, kendine ait yollarından bize eşlik etti. İtalya'ya kadar neredeyse tüm dağlarda bisiklet yolu var. Sonra kaos başlıyor tabii ki :) Ama kimse İtalya'da sakince araba kullanabilmeyi ummaz herhalde. Geçtiğimiz yerleri anlatabilmenin yolu yok, arabanın içinden hızlıca çekilmiş yansımalı fotoğraflarla az da olsa anlatmaya çalışacağım gördüklerimizi...
Yol uzadıkça uzadı, nereye gittiğini bilmeyen biz yol kenarında bütün bisikletçilerin girdiği bir yer gördük. Babam, uzun yolda araba kullanırken her zaman kamyoncuların girdiği yerlere girer ve onlara güvenir: gerçek bir Michelin standardı :) Bense özellikle Avrupa'daysam iki kriterim vardır ya bisikletçilerin gittiği yere git ya da yaşlıların oturduğu restoranda yemek ye. Her zaman tutar, nereye gideceğinizi bilmiyorsanız mutlaka bu standardı uygulamanızı tavsiye ederim. :)
Yol kenarında gördüğümüz, önünden dere akan, dünyadan kopmuş ve gerçekten kışın odunların ıslak olması dışında nasıl bir problemi olabilir ki hayatta dediğiniz yerlerden biri...
Adını da yazalım hatta: Lamprechtsofen... en azından oralarda bir yerlerde...
Ben zavallı şehir bebesi, uzun zamandır gördüğü tek kanatlı şey sinek ve pervane olan zavallı, üzerime kelebek konup orada takılmaya karar verince kendi payıma düşeni yapıp selfie çektim...
Yola çıkmadan önce bir sonraki gece kalacağımız Cison di Valmarino'daki kadından mail geldi: Burası çok sıcak ve klimamız yok, ama endişe etmenizi istemem. Çatı penceresini ve üç taraftaki pencereleri açarsak biraz temiz hava girer odanıza diye umuyorum." Ben de endişe etmemesini artık sıcağa alıştığımızı söyledim.
Gittiğimiz yer bir dağ eteği demiştim. Gitmeden önce her yer 25 dereceyken orası hep 8-10 arasında kalmıştı. Tek ümidimiz Pragraten'de biraz olsun serinlik, rüzgar, hiç olmazsa yağmur, kısacası güneş olmayan her türlü hava şartıydı. Beni asıl endişelendiren başka bir yer vardı: Venedik. Daha önce haziran ayında sıcak nedir görmüştüm orada... Dolaşmayı imkansız yapan, tek bir gölge bulamadığınız, bu çok keyifli şehrin sizin için işkenceye dönüştüğü bir yaz geçirdim orada... Bu 38-40 dereceler, nemler, yaprak kımıldamıyorlar beni biraz endişelendirmeye başladı. Hiç yoksa 10 kere gitmişimdir Venedik'e, dolaşamamak benim için çok büyük bir kayıp olmazdı, ama Mustafa'ya göstermek istediğim bir sürü yeri gösteremeyecek olmama üzülüyordum.
Tüm bu bilgilerin ışığında uzun ince bir yoldan ulaştık otelimize. Ama işin içinde ben olunca öyle kolay olmadı tabi. Aşağıdan gördük tabelayı hah dedim şurası... Gittik kapıya ama hiç bir hareket yok. Kapı kapalı, insan yok... Zili çaldım, açan yok... Evin etrafında dolandım, sonra Mustafa evin etrafında dolandı, hiç beklediğimiz gibi bir yer değil. Gittim tekrar kapıyı çaldım, Mustafa geldi o da üstüne çaldı. Zaten Avusturya standartları için bile kapıyı çok fazla çalmış olduk, daha o anda utanmaya başlamıştım ki kapı açıldı. Tekerlekli sandalyeli bir adam bana gülümsedi, benim ona gülümsediğimi zannetmiyorum. Endişeyle Pension Schone Welt dedim, o da bana yine gülümseyerek parmağıyla tam çaprazdaki evi gösterdi. Hayatımda hiç bu kadar üstüste özür dilememiş olabilirim.
Gittik gösterdiği yere, orada da pek bir hareket yok ama en azından kapı açıktı. Girdik kapıdan kimse yok... Biz de kokuyu takip ederek mutfağı ve ev sahibimizi bulduk. Dünyanın en nazik ingilizce konuşamayan ev sahibiydi. Bizi odamıza yerleştirdi. Oda çok güzel, balkonu var, manzarası muhteşem ama bir mimarlık harikası :)
Sağda dış kapı, arada koridor görevi gören tuvalet, bir daha kapı, yatak odası, balkon kapısı ve balkon. Antre yerine tuvalet kullanmayı akıl edememiş laz müteahhitleri esefle kınıyorum.
Acaba yağar mı diye umut içinde dağlara baktık, ama yağmadı. Biz de terasta oturup akşam yemeği vaktinin gelmesini bekledik...
Wifi bizim odaya kadar yetişmediğinden merdivenlere oturup işlerimizi hallettik, yine balkona döndük. Dağlar bize baktı biz dağlara baktık. Geçen her bulutu detaylı inceledik. Avusturya'da olduğumuz için kendimizi şanlı hissettik ve saat 18.00'de akşam yemeğine gittik.
İstanbul'da taksilerde sinir olduğum bir özellik var: çoğu zaman yanınızda erkek varsa şoför sizinle muhattap olmuyor. Siz bir şey söylediğinizde aynadan size bakıp kafasını çeviriyor, siz de bir kadın olarak dünyanın en salakça şeyini söylemiş çocuk gibi kafanızı önünüze eğiyorsunuz. Sonra tekrar sanki siz hiç bir şey söylememişsiniz gibi yanınızda oturan adama bakıp "Ama abi.." diye başlayan bir cümle kuruyor.
Gittiğimiz restoranda bunun aynısı oldu, ama bu sefer roller değişikti. Yemeğin sonunda şef geldi bizimle konuşmaya. Sanki Mustafa orada değilmiş gibi yalnızca benimle konuştu, kendi çapında şakalaştı, Mustafa bir şey söyleyince kafasını bana çevirip başka konuya geçti... İçten içe haz duymadım desem yalan olur :)
Bu da gittiğimiz restoran: Gasthaus Grossvenediger Yalnız yolunuz buraya düşerse gitmeyin. Yemek kötü değildi, ama verdiğimiz en yüksek hesabı burada vermiş olabiliriz.
Beklediğimiz yağmur sonunda geldi... Koşa koşa odamıza döndük. Saat 22.00 olduğunda uyumuştuk bile... Gerçek bir Avustruyalı gibi...