top of page

(7. Gün) Tolosa: Casa Julian

Gerçekten... Arabaya binmemiz bir dert, arabadan inmemiz bir dert... Bir gün çocuğumuz olursa başımıza gelecekleri düşünmek bile istemiyorum. Bir pazar günündeyiz. Mustafa bir kaç gün önceden Casa Julian'da rezervasyon yaptırmış öğle yemeği için. Peki Casa Julian nerede? Tolosa'da... Buraya kadar gayet iyiyiz. Bundan sonrası benim suçum! Adamı tanıyorsun; kendini tanıyorsun, o zaman hazır internetin varken bir screenshot al değil mi!?! Yoooo... Biz navigasyona Tolosa yazdık ve yola çıktık ki ulaşması da pek kolay olmadı, çünkü yol yapım işleri dolayısıyla kapalı olan yollar yüzünden defalarca kendi etrafımızda döndük... Ya da Mustafa onu bekleyen korkunç sondan kaçmak için yolu uzattı bilemiyorum.

Hafif gerilimli bir yolculuk sonunda Tolosa'ya vardık. Hiç öyle beklediğimiz gibi "Ufak bir köycüktür, iki tur atar buluruz aman ne olacak ki!"gibi bir yer çıkmadı. Araba park edecek yer bile olmayan (ki arabayı neye göre, nereye park edeceğimiz de başka bir sorundu), meydan ve etrafında restoranlar olan değil, her köşe başında 3-4 tane restoran olan bir büyük kasabaya denk geldik. Ama yaşasın ki suratsızlık ve huysuzluk sırası bendeydi. Bir yere park ettik ve yürümeye başladık. Baz aldığımız şey Mustafa'nın "Kesin nehir kıyısında bak!" lafı. Böyle inanılmaz iz sürücüleriz yani. Neyse ki biraz ileride gerçekten de gördü de ben de saçımı başımı yolmaktan kurtuldum.

Kapısına gittik ve içeri baktık. Aslında 6-7 saniyelik bir bakıştı büyük ihtimalle ama ben size 10 dakikalık bir bilinç akışı yazabilirim bununla ilgili. Çünkü tabelanın altındaki kapıdan baktığımızda gördüğümüz şey... Gerçekten bilmiyorum, biraz mutfak, ama daha çok depo, ama personel soyunma odası da olabilir. Ama hayır orası ana giriş kapısı... Biz kapıda donmuş gözlerle içeri bakarken bir garson gelip kurtardı bizi o andan. Aradan bir yerden salona girdik ve derin bir nefes aldık. (BEN! BEN ALDIM O DERİN NEFESİ BEN!)

Hiç bir yerden ışık almayan bir mahzenin içinde, dışarıyla tüm ilişkiniz kesilmiş halde yemek yemek... Ve pişiren kişi de yanı başınızda pişiriyor. Yüzünü, ellerini, ete nasıl dokunduğunu, masalara yemek gittiğinde arkasından nasıl baktığını görüyorsunuz.

Fotoğraflarin bu kadar kötü olmasının sebebi, aslında ilk fotoğrafta arkada görünen ve biz geldiğimizde oradan oturan müşteri. Tam bir çekik gözlüden bekleneceği üzere saniyede 400 kare fotoğraf çekmeyi ve bunu fotoğraf makinasının sesini kapatmadan yapmayı başardı. O kadar çok fotoğraf çekti ki ben utandım ve çekemedim fotoğrafları.

Yemekle tavsiye edilen 7-8 şaraplık bir liste var, yani şarap menüsünün dışında bir liste. Bir şarap seçtim, sırf adı kulağa güzel geldiği için... Sonuçta çok bilinmezli bir denklemden bir sonuç çıkartmaya çalışıyoruz. Aklımı durduran müthiş bir şarap değildi belki, ama kalbime dokunan güzel bir şaraptı. Deneyimin önemli olduğunu söylüyorum ya hep işte bu da onlardan biriydi. Biri bize bir hikaye anlattı, bir şişe şarap yoluyla:

"Amaren is “ the wine of the mother”(in Basque) and this exceptional wine bears her name, Ángeles. The best way to pay homage to her has been to make a wine from grapes grown in plots which represent the essence of our district." Kaynak: http://www.bodegasamaren.com/

Biraz kuşkonmaz ve et yedik ve ne olduğunu aklımızda tutamadığımız bir tatlı. Çok kolay bir et olmadığını söylemem lazım, vegan arkadaşlarımın beni takibi bıraktığını da :)

Mustafa dedi ki: "Burayı kimseye önermiyoruz!" "Neden?" dedim. "Bize kalsın, kimse bilmesin diye mi?" "Hayır, bu eti kimse kolay kolay yiyemez diye!" dedi. Pişmiş olduğunun tek kanıtı gözümüzün önünde pişmesi, yoksa içinin rengi, dokusu, tadı size doğanın en güzel şeylerinden birini tam da olması gerektiği gibi sunuyor.

Masadan kalkarken elini sıkmak istedik. Hemen ellerini sildi, kocaman bir gülümsemeyle. Sonra da şunu söyleyerek bize poz verdi: Txu-le-ta!!! (Pir-zo-la)

Gittik, arabamıza bindik. Benim elimde navigasyon, ama her yerde Donastia-San Sebatian tabelası var. Nereden gideceğini bulmak, Eminönü'nde yol bulmaya benziyor. Özgür de sağolsun yavaş bir anındaydı, geriden geriden gelirken Mustafa yanlış bir hareket yaptı ve yanımızdaki Bask bizi durdurup bağırmaya başladı. Biz zaten far görmüş sincap gibi adama bakıyoruz, ama verebileceğimiz bir cevap yok, olsa da zaten adamın İngilizcesi Yes-No seviyesinde bile değil. Bağırırken elimdeki navigasyonu gördü, nereye gidiyorsunuz siz diye bir atar yaptı. "San Sebatian" dedik. "İspanyolca konuşuyor musunuz?" dedi. "Un poquito" dedik. Birden sanki demin bağıran mezbaha sahibi o değilmiş gibi tatlı tatlı "Olmaz canım, buradan gidemezsiniz, şimdi ilk değil ikinci soldan dönün oradan sağa dönün." dedi. Biz iki sincap kafamızı salladık, bize yol verdi, biz dönerken de kornaya bastı. Kendimizi İstanbul'da araba kullanmaya çalışan İngilizler gibi hissettik.

Akşam bir şeyler yemek için aşağıya inelim dedik. İndik ama (hala ne olduğunu bilmiyorum) bir şey olmuş. Ne olduğunu söylemem mümkün değil! (Bu arada Eylül'ün ilk haftası Bask Haftası, ama konumuzla hiç ilgisi yok) Bir şey olmuş ve bitmiş ve o kalabalık şimdi (kalabalıktan kastım tam olarak 18-25 yaş arası gençler) sokaklarda içmeye devam ediyor, ama çoğunlukla kusuyor. Herkes sokaklara işiyor. Bütün sokaklar yürümesi imkansız derecede pis ve kaygan. Zaten pintxosçuların bir çoğu kapalı. Hala ayakta duracak kadar ayık olanların hormon seviyesi engellenemez düzeyde, hani bizde olsak anahtar sallayacağımız düzeyde...

Mecburen limanın devamına doğru, gençlerin gelmeyeceği restoranlara doğru gittik. Orada da kaçanlar yüzünden bir kaos vardı. Restoranlar böyle bir kalabalığı beklemiyormuş, en leş restoranların önünde sıralar oluşmaya başladı. Korkunç bir yemek yedik, o korkunç yemek için hiç hak etmediği bir para verdik. Sonra Mustafa bana dondurma aldı, her şey düzeldi...

takıp edın 

  • Instagram Clean
  • w-facebook

baska ne var 

bottom of page