(3. Gün) Saint-Emilion: Kilise, Güç, Para
Bordeaux'dan araba kiralayacaklar için bir öneri... Araba kiralamaya taksiyle gidin :) Tren istasyonunda gözüken Rent a Car bölümü, tadilata girdiği için yaklaşık 10 dakika sürreal bir köprü üzerinden gittik; kesinlikle insan için olmayan (derken Avrupa standartlarının insan için olmayanı elbette) yerlerden bavullarla geçtik. Çeşitli Fransızlarla ne idiği belirsiz bir dilde anlaşmaya çalıştık ve kimse kimseyi vurmadan, prefabrik rent a car köyüne ulaştık.
Saint-Emilion'a çok yakın bir kasabada kalıyorduk: Castillon-la-Bataille. Planımız, önce eşyalarımızı bırakıp yerleşmek, sonra da Saint-Emilion'a gitmekti. Aslında check-in saatinin dışında gittiğimizi farkındaydık da, kapı duvar olacağını düşünmemiştik. Aynen arkamıza baka baka geri döndük.
Saint-Emilion, ilginç bir bölge. Her yerde, ama her yerde bağlar var. İsmi o kadar değerli ki insanlar buldukları her yere asma dikmiş. 5m2'lik ön bahçelerde bile gördük asmaları. Gittiğimiz tarihler, bağ gezmek için ne kadar uygunsuzsa, turist olmaması açısından o kadar uygundu. Sonbaharda, insanların birbirini ezercesine dolaştığını tahmin etmek için müneccim olmaya gerek yok.
Açtığınız her yerde ilk okuyacağınız bilgi şu olacak: Saint-Emilion: bir açık hava müzesi. Sizi öldürmeden tarihinden bahsetmem gerekirse şöyle anlatabiliriz: 8. yüzyılda Bretonya'dan Emilion isimli bir keşiş, Benedictine'in zulmünden kaçıp şu anda bu köyün bulunduğu yere yerleşiyor ve mağaralarda yaşamaya başlıyor. Bu sırada mucizeler gerçekleştirmeye başlıyor ve diğer keşişler arasında çok popüler oluyor. Din varsa, kilise var; kilise varsa, para var; para varsa olanak var... Bence hikaye bu kadar basit. Gördüğünüz binaların çoğu dini yapı olarak yapılmış. 9. yüzyılla, 19. yüzyıl arasında ciddi bir yatırım yapıldığı için 10yy'lık bir mimari değişimi ve gelişimi görmek çok heyecan verici bir köy, açık hava müzesi olmasının sebebi bu. 1152 yılından 1453 yılına kadar İngilizler ve Fransızlar arasında el değiştiriyor ve sonunda Fransızlar'da kalıyor. 1999 yılında Unesco, Dünya Mirası Listesi'ne alınıyor. Hayır sığ bir insan değilim :) ama bu köyün yükselişini anlatmak için Katolik Kiliseleri'nin tarihi, Batı Avrupa ticaret limanları, ve Fransız kültür politikalarını da anlatmam gerekir; bence anlattığım kadarıyla mutlu mutlu okumaya devam edebilirsiniz.
Araba park etmek bu mevsimde bile bir dertken, yazın nasıl gidilir; nereye park edilir hiç bilmiyorum. Şuraya mı koysak, buraya mı koysak derken tepelere çıkıp nerede olduğumuzu kaybettiğimiz bir anda "DURUN!" diye bağırdım. Koşarak arabadan indim. Fahri Gediz'in postlarından birinde anlattığı Fabrique de Macarons'un önünden geçtiğimizi ve bu ekibi o tepeye bir daha asla yürütemeyeceğimi düşünmüş ve koşarak bu acıbadem benzeri eski usul macaronlardan bir paket almaya gitmiştim. Bu paketin fiyatı 7€'ydu. Bana tatlı bir şey beğendirmek, tuzlu bir şey beğendirmekten çok daha zor ne yazık ki. Kendim yaptığım için değil, ama tatlı yemeği sevmediğim için... Siz Fahri Gediz'i dinleyin ve gidip alın. Düşünün ki 7€'luk bir deneyim satın alıyorsunuz. Acıbademle karşılaştırmayacağım, çünkü o zaten bizim alışık olduğumuz, çocukluğumuzdan beri damağımızın iyi bildiği bir tat; karşılaştırmak hem haksızlık olur, hem de annenizin pilavıyla, karınızın pilavını karşılaştırmak gibi bir şey. Olmaz yani... Sanırım bu tatlı için seçeceğim kelime "anlamsız" olabilir. Kaliteli malzemenin kattığı lezzeti elbette yadsıyamam, ama... ama işte...
Kasaba, kolaylıkla gezilebilecek kadar ufak; ancak zaten her 20 adımda bir şeyler görüp, şurada da şunu deneyelim demekten pek yürünmüyor. Saint Emilion Monolithic Kilisesi'nin meydanı muhteşem, her seferinde gülüyorum içten içe... Bizim köy meydandaki kahvehaneleri düşünüyorum... Kültürel ihtiyacın din, soy, ırk tanımıyor olması her zaman büyülemiştir beni. Hep aynı mimari düzen kurulu aslında, içini dolduran tanımlar değişiyor yalnızca.
O zaman sizi tüm yeteneksizliğimle çektiğim fotoğraflarımla baş başa bırakayım. Bir mendil alın yanınıza, o derece iyiyim. (Yazı bitmedi; bu işkenceyi çektikten sonra siz, devam ediyorum)
Köyün merkezine doğru çıkarken, bir dükkandan bir adam çıkıyor. "Neredensiniz?" diyor Türkçe. "İstanbul." diyoruz. "Siz?" "Taşkent." diyor. Dönüşte uğrayacağız diyoruz. Birbirinden çok farklı konseptlerde, çok farklı şarapları tadabileceğiniz mekan mevcut. Gerçek bir turist durumunda olduğumuz için. "O zaman, ımmmmmm, şuraya oturalım." diye başlıyoruz. Biraz ilerde meydan da hava da öylesine güzel ki dayanamıyoruz; bu sefer oraya oturuyoruz.
İtalyan şarapları konusunda daha rahatım. Daha az gerginim, hem bölgelere hem üzümlere hem de insanlara aşinayım. Yemek konusunda azar yediğim oldu da hiç bir zaman şarap konusunda en ufak ukalalıklarına rastlamadım. O yüzden sanırım Fransızlar beni biraz geriyor. Şu: "Iyyyyy salak; bula bula bunu mu buldu; pis cahil." tavrı yüzünden garsonlara bile soru sormaya korkuyorum. Ama iyi ki kocam var, bu konuda bana kendisi de tek başına yetiyor: "Cremant ne bilmiyor musun, pis cahil!" bakışlarıyla kendime bir cremant söylüyorum. Ben kendisine asla böyle aşağılamalarda bulunmuyorum, yalnızca "Yalnız o öyle söylenmiyooo firitzante okicaksııınn." türü şeyler söylüyorum. Birbirimizi ileriye taşıdığımızı söylediğimde bunun asla saygı çerçevesinde gerçekleştiğini iddia etmedim. :))
Sonra La Collegiale Saint-Emilion'a doğru yürüyoruz. Google'da tam adını aratırken puanını 4.7 olduğunu gördüm. Neye göre? "Papazın sesi, bugünkü vaazda hiç duyulmadı!" "Yolu çok yokuş, giderken yoruluyoruz!" Yani bir kiliseye neye göre not verirsin de neye göre not kırarsın?
Döndük dolaştık, Taşkentli'nin dükkana geri geldik. Önce tadım yaptık, arada hikayesini dinledik; biraz politika konuştuk. Biraz daha tadım yaptık. Biz sorduk, o anlattı. Dükkanı toparladık çıktık diyebiliriz sanırım sonunda. Bu arada gün boyu çingenelerden bahsettik, Balkan çingenelerinin yerleşmesi üzerine konuştuk. Tam dükkandan çıktık; yanımızdan bir grup geçerken babam dedi ki "Bak bunlar da çingene olmayanları." Adam arkamızdan: "Yoo, hayır biz çingene değiliz!" diye bağırdı. Babam döndü: "Evet, evet ben de öyle dedim zaten." dedi. Sonra bir sohbet muhabbet: bir folklör grubuymuş, 40 gösterilik bir turne için buradalarmış... Bunları anlattı. Hayatımda, tanımadığım insanlarla, yurtdışındaki en uzun Türkçe muhabbetim olmuş olmuş olabilir; üstelik konuştuklarımızın arasında Türk bile yoktu.
Ellerimiz, kollarımız dolu şekilde arabamıza bindik. Otele doğru gitmeye başladık. Bu arada önünden 3. kez geçtiğimiz bir restoran var. Önü araba ve kamyon dolu, ama hınca hınç dolu. Ben inatla oraya değil, bulduğum şu lokantaya götürmek istiyorum herkesi, ama herkes bana karşı. Kimse benim gitmek istediğim yerle ilgilenmiyor ve otele gidiyoruz. Aux Raisins Verts, aynı zamanda çok hoş, aynı zamanda biraz demode. Sanki Alice Harikalar Diyarında'yı kötü çevirili eski bir kopyadan okumak gibi. Ama ev sahibimiz çok tatlı, şarabımızı içebilir miyiz derken daha hemen en güzel bardakları çıkartıyor. O arada mutfağı görüyoruz, kocaman bir şömine yanıyor, etrafında çalışıyorlar. Evde 8 tane şömine varmış, çok eski bir evmiş. Devlet desteğiyle alıp işletmeye çevirmişler. Kendi kendine baksın yeter diyor. Muhteşem bir köpekleri ve müthiş bir arka bahçeleri var.
Nerede yemek yiyelim diye soruyoruz ve aslında başka restoranlar da var, ama bugün kapalı hepsi. En iyisi Le Relais de Gascogne'dur dedi. Bu arada beni dinlemeyen çok sevgili ailemi götürmek istediğim restoran da şurasıydı, çok rica ediyorum gidip bana iyi olup olmadığını söyleyin: Restaurant La Puce. Neden hala benim restoran tercihlerime inanmak yerine - hadi onu da geçtim - neden kesinlikle gitmememiz gerektiğini söylememe rağmen beni göz ardı eden bir ailem var bilmiyorum. Acaba beni sevmiyorlar mı? Acaba bundan zevk mi alıyorlar?
Hayatımda ortalama 35.000 öğün yemek yemişim ve bu kadar kötüsüne çok az denk gelmişimdir. Ben ki Hindistan'da içinde böcek olan pilav yedim, bununla yarışamaz bile. Ben, şu annemin arkasındaki 15€luğu yedim, masanın kalanı hemen alttaki 13€luğu... Çorba, fotoğrafta gördüğünüz şekilde geldi. Tamamen kamyoncu style; içtiğin kadarını iç, gerisini gönder. Et... Gerçekten insanı et yemekten soğutur. Küçükken, et lokantalarında yapardım. Dişim kesmiyorsa eti, bütün olarak yutardım. Dişimden önce bıçak kesmiyor eti, bütün bütün yuttum yutabildiğim kadarını... Tatlı ile konuşmayacağım bile... Çok güldük, masada... Ama daha çok sinir krizine yakındı benimkisi. Bitirdik, hesabı ödedik, dışarı çıktık. Sanki ben aynı masada değilmişim, aynı yemeği yememişiz gibi şöyle konuşmalar başladı: -Aslında o kadar kötü değildi. -Evet, et biraz daha pişse çok lezzetli olacaktı! -Tatlılar da güzeldi. -Sen neden beğenmedin ki Özge? Ağzım açık dinlediğim bu konuşmayı, muhteşem bir yemek yemişiz ve ben hiç bir şeyi beğenmeyen, hayattan zevk almayan, sürekli problem çıkaran ailenin küçük kız çocuğu olarak bitirdim. Hala hatırladıkça inanamıyorum...
Comments