(1. Gün) Bordeaux: Ne Öyle Ne Böyle
Giriş: Yazıya başlarken Tımam yeeeaaa ben bu 6 günü bir yazıda toparlar yazarım dedim. Arkadaş nasıl bir çenesi düşüklük bu! Kadın susmuyordu! Neyse gün gün ayırdım valla, artık ne anlatacaksam!?!
Neden Bordeaux? Bence buradan başlamak lazım. Engin şarap bilgimize dahasını katmak için elbette... Demeyi çok isterdim ama hiç alakası yok :) Bizim evdeki bir akşam yemeğinden sonra yeterli şarap tüketimiyle birlikte acaba San Sebastian'a mı gitsek denmeye başladı, sonra ama biz yeni gittik dememiz üzerine babam baharda Bretonya'da müthiş deniz ürünü olduğunu söyledi. Yani Bretonya'ya gitmek üzere çıktığımız bu yol, küçük bir sapmayla Akitanya'da bitti. Birincisi Bretonya'ya Türkiye'den uçan hiç bir havayolu yok. Paris aktarmalı gitmek isterseniz gidiş-dönüş 2 gün kaybediyorsunuz. Araba kullanmayı tercih edebilirsiniz, ama o zaman da 5 saatlik bir yolculuğu göze almalısınız. Araba yolculuğundan önce gittiğimiz şehirde kalmayı tercih ediyorum ben ve Paris, Avrupa şehirleri içinde en az sevdiğim. (Bana, gözlerinizi kocaman açıp ayıplayarak bakmayın. Sevmiyorum, kaotik şehir sevsem İstanbul'u severim; New York'u severim. Tek gittim; arkadaşlarımla gittim; ailemle gittim; tek dolaştım; çok kişi dolaştım; yerellerle dolaştım. Cevabım kesin ve net. Paris, Batı Avrupa'nın en sevimsiz şehri) İçimdeki Paris kinini kustuğuma göre devam edebilirim :)
Kendimize Batı Fransa'da orta bir yol bulduk: Bordeaux... İlk Thy uçuşu 26 Mart'ta olduğundan Mustafa'nın doğumgününü kutlamak için arabayla bir Akitanya turu yapmaya karar verdik. (Ben verdim yani, geri kalan herkesi de buna zorladım.)
Şöyle bir rotada dolaştık, ama 400km gözüken yerde 700km araba kullanmayı; in cin olmayan dağ yollarında takılmayı da başardık:
Fransa'nın kendine ait bir aurası, bir enerjisi var. İster mimarisi diyin, ister dükkanların giydirmeleri, ister yazı stilleri diyin. Örneğin Yunanistan'ı çok seviyorum, ama sokaklarında dolaşırken böyle bir duyguya kapılamıyorum. Bir şehrin mimarisi beni direkt etkileyen, doğrudan ruh halimi değiştiren bir öneme sahip. Endişeye mahal yok size mimari anlatmayacağım, onun yerine siz karar verin diye fotoğrafları koyuyorum.
Geldiğimiz gün saatler değişti, o yüzden saat farkımız bire indi ve gün batışı bir saat sonra oldu. Hava da çoğunlukla güzeldi. 20 derece civarında.
Şehir merkezine yakın bir evde kalıyoruz. Viktor Hugo ve nehrin birer sokak arkasında... Her zamanki gibi Türk Mahallesi'nin burnunun dibini seçmeyi başarmışım. Ama bu alt paragraflardan birinin konusu.
Ev, çok merkezi, çok güzel, tam bir Fransız kadının evi. Fransa'ya hiç gelmemiş olanlar için "Tam bir Fransız" ı tanımlamak mümkün olmayacaktır, ancak bu gezi boyunca pozitif ve negatif bol miktarda kullanacağıma bu tanımı eminim. Rue de Soleil'deki ev, sokak adıyla aynı. Merdivenleri dolayısıyla çocuklulara ve yaşlılara uygun değil. Ama bence kalmak için oldukça güzel bir evdi. Yemek pişirmeye de gayet uygundu; biz pişirsek pişirmesek fark etmez, mutlaka bütün ekipmana bakıyoruz. Nespresso makinası vardı ki 8 tane kapsül bırakmış abla sağolsun. Çünkü yalnızca sabahları ve yalnızca 1 tane kahve içmemize izin vermiş. Bu kahve bağımlısı aile için gittik Nespresso dükkanı bulduk, bir tür uzay çağı yaşanan dükkanın içinde dünyanın en yardımcı fransızları bizi elimizden tutup nasıl alışveriş yapacağımızı anlattı. Yine memlekette nasıl kazıklandığımızı öğrendik, ama sabah akşam bol bol kahve içtik. (Kahve konusuna bu kadar uzun bir paragraf ayırdığıma inanamıyorum, zannederiz Fransa'nın en ünlü olduğu şeyi Nespresso'su).
Bu aşırı sanatsal fotoğraflarımı da gördüyseniz devam edebilirim... Eve vardık, yerleştik derken saat 14.00 oldu... Açlıkla baş edebiliyoruz da Bordeaux'nun göbeğinde şarapsızlıkla baş etmek zor. Çıkıp biraz dolanalım dedik. Garonne kenarında tatlı tatlı yürürken annemle arkamızı bir döndük; durum şu:
Ot bulmuş beyefendiler, onu tartışıyor. Offf bundan da nasıl güzel börek olur... Yazık Fransızlar toplamamış, bilmiyorlar herhalde gibi şuursuz konuşmalar havada uçuşuyor. Hayır Fransızlar herhangi bir şeyi nasıl bilmeyebilir? Varlıklarına aykırı. Açlıklarına veriyorum... Neyse ki bir iki tane toplayıp bıraktılar da annem ve ben Fransız sosyetesindeki yerimizi sarstık, ama kaybetmedik.
Porte Cailhau'ya varınca artık açlık ve susuzluk dayanılmaz hale gelmişti. Biliyorum her yazıda aynı soruyu soruyorum, ama yaşamayan bilemez... Siz hiç Fransa'da aç kaldınız mı? Biz çok kaldık, ama şükürler olsun hiç susuz kalmadık daha. Sen git saat 15.30'da yemek sor... Tamamen bizim ayıbımız.
Mutsuzlukları açlıklarından... Kanıtlarla geleceğim...
Yalnız bu dörtlü ben ve Mustafa'dan bile korkunç oldu bunu da söylemem lazım. Olay tam olarak şöyle oldu. Oturduğumuz yerden kalktı; 200-300 metre yürüdük; sağ tarafta bir kıpırtı fark ettik; bir meydana geldik; herkes yemek yiyordu ve oturduk... Hayatımın hikayesi diye çocuklarıma bunu anlatacağım ilerde herhalde... Ama sonuçta herkes mutlu oldu mu oldu... Dedim kanıtlarla geleceğim diye:
Meydanın diğer tarafında bir dondurmacı vardı, önündeki sıra sanırım hiç ama hiç azalmadı. Tabi ki bendeniz yemezse asla olmaz. Girdim sıraya, endişem had safhada çünkü sıra uzun, dondurmacı fransız, yani saliselerle yarışıyorum. Mustafa limon ve fıstık istedi; benim deneyselliğim tuttu: rhubarblı istedim. Sonuç: o dondurmacının önünde neden sıra vardı hiç çözemedik...
Şu bahsettiğim Fransız mimarisi var ya, tam da bu araya arka arkaya şu bayıldığım dükkanların fotoğraflarını koyacağım. Sanki çok yürümüşüz de arka arkaya çekmişim gibi bir izlenim oluşturayım diye. Ne de olsa her şey algı yönetimi, değil mi?
Şu son fotoğraftaki şarapçıdan biraz şarap alıp eve doğru yollanıyoruz. Birinci şişenin sonunda herkes farklı yerde uyuyor... Akşama La Tupina'ya rezervasyon yaptırdım Mustafa istediği için. Her şeyin açık ateşte piştiği, Mustafa'ya mutlaka git dedikleri bir restoran. O söylemeden önce de ismini pek çok yerde görmüştüm aslında, ama pek de içime sindiğini söyleyemem... Yani iyi olduğu kesin de, Mustafa'nın beklediği ve heyecanlandığı kadar iyi mi?
Hazırlandık çıktık. Bu sefer tam ter tarafa yürümeye başladık. Bir cadde geçtik, aradaki fark bu; yalnızca Victor Hugo'yu geçtik ve birden çok tanıdık yazılar; konuşmalar gelmeye başladı... Ama arka sokaktan yürüdüğümüz için tam da durumu fark edemedik. Saint-Michel Bazilikası'nı tatlı tatlı geçip geldik restorana...
Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim... Restoran iyi, güzel, ama bizi heyecanlandıran tek bir yemek oldu; o da bir İtalyan yemeği... Ama yine de o makarnayı yemek için yine gider misin deseler... Vallahi giderim... Mustafa'nın yorumuyla değerlendirmek gerekirse (çünkü o genelde benden daha kibar oluyor bu konuda) "Ellerindeki imkanları ve ekipmanı yeteri kadar değerlendirememişler." Bu arada dükkanda çalışan sayısının bulaşıkçı dahil 4, o günün de pazar olduğunu unutmamak lazım.
Hazırsak başlıyoruz :)
Çok şaşkınım ki görmemiş bir şekilde yediklerimizin hepsini çekmemişim. Hatta o makarna dışında başka aklımda ne kalmış onu da bilemedim...
Çıktık; nehir kenarından yürüyelim dedik... Dedik ve bir süre sonra yine insanlar değişmeye başladı önce, sonra dükkanlar... Şaraphaneler, kıraathane oldu; 90'larda alamancıların saç tıraşı gibi traşlı gençler ateşli ateşli konuşuyor; kıraathanelerin camında Hayır pankartları asılı... Aynı arada kalmışlıktan dolayı Berlin'i de sevemedim bir türlü (en sevmediklerim sırasında 2. gelir), şimdi Bordeaux da bana aynı kararsızlığı hissettirdi, aynı aidiyetsizliği. Bir şehre karşı o romantik duruşu kaybetmek çok üzücü bence... İnsanın yaşamadığı her yerde hayat toz pembeymiş gibi hissetmeye ihtiyacı var bence ya da belki de sadece benim var...
Comments